Hayatımın en etkileyici deneyimlerinden biri o yıl gerçekleşti. O yıl Türk hükümeti, başarısızlıkla çıkacağı serbest ve gerçekten adil bir seçim-1950 seçimi düzenledi. Daha da dikkat çekici olan şu ki, hükümet seçimlerden sonra sessizce ve gerektiği gibi çekildi, iktidarı muzaffer muhalefete bıraktı. Bu, Türkiye halkı ve hatta herhangi bir İslam ülkesi için yeni bir deneyimdi. O sırada orada bulunmak ve buna tanıklık etmek benim için de önemli ve öğretici bir deneyim olmuştu.
Savaş sırasında Türkiye’yi ziyaret etmemiştim. Ama savaş görevlerim sırasında orada neler olup bittiği hakkında bilgi ediniyordum. Britanya ile 1939 yılında ittifak anlaşması olmasına karşın, Türkiye savaş sırasında kararlı bir şekilde tarafsızlığını sürdürmüştü. Mihver devletlerine 1945 Şubatına kadar savaş ilan etmediler. Türkiye’nin sicili en hafif deyimiyle güvenilmezdi ve 1950’deki demokratik başarı, bu sicilde gerekli ve sıcak karşılanan bir başarı sağladı.
Daha sonra olanları ancak katastrofik-felaket[1] olarak niteleyebilirim. Seçimi kazanan partinin lideri Adnan Menderes, kısa bir süre içinde iktidara geldiği kendi geldiği yolla bırakmaya hiçbir niyetinin olmadığını gösterdi. Bunu bir rejim değişikliği olarak gördü ve seçim süreciyle hiçbir alakasının olmadığını düşündü. Türkiye halkı bunun farkına varmaya başladı.
Menderes rejiminden yıllarca sonra Ankara’daki Siyasal Bilgiler Fakültesi salonunda oturduğumu canlı bir şekilde hatırlıyorum. Farklı siyasi kurum ve biçimlerin tarihi üzerine tartışıyorduk. Profesörlerden biri aniden, “Türkiye’de demokrasinin babası Adnan Menderes’tir.” dedi. Diğerleri şaşkınlık içinde etraflarına bakmaya başladılar.
“Adnan Menderes demokrasinin babası mı? Ne demek istiyorsun?”
“Eh” dedi, profesör, “Demokrasinin anasını düdükledi.”[2]
[1] Catastrophic ing felaket anlamında olduğu için felaket tarafımdan eklendi-Hüseyin Seyfi
[2] Tarihçi Bernarcad Lewis’in, Arkadaş Yayınevi, “ Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları” adlı kitabın Çağdaş Sümer çevirisiyle 110. Sayfasından aktarıldı.